21 Şubat 2010 Pazar

OĞLUM VE BEN

Bayılıyorum bu çocuğa. Kahkahalarını duymak, yüzündeki eşsiz gülümseyişi görmek, başka hiç birşey bu kadar mutlu edemez beni. Lunaparka gittik bugün. Önce çarpışan araba, sonra uçaklar, sonra tren ve nihayet bu korsan gemisi. Ve her defasında yine aynı son: "baba nolur bir kere daha, biraz daha kalalım". O sonsuzmuş gibi gelen gülümseme bu kadar mı çabuk uçar? Bu kadar mı çabuk hüzne bırakır yerini? Şaşmamak mümkün değil. 6 yaşındaki bu yakışıklı ve neşeli adam benim oğlum işte. Hayatımı bile hiç düşünmeden feda edebileceğim kadar değer verdiğim biricik oğlum, Denizim. Seni seviyorum, umarım yüzünden gülücükler hiç bir zaman eksik olmaz.

ALİ Mİ? BARDAK MI? BAHAR MI?



Evet işte yeni bir bahar daha başlıyor Kiliste. Ne zaman anlarsınız biliyor musunuz bunu? "Ali Bardak" çiçekleri açtığında. Dört bir yanınız eflatun bir örtüyle bezenir. Her bahar tekrar şaşırırsınız, hayranlığınız bir kat daha artar. Neşe dolmaması insanın, hayat ne güzel dememesi mümkün değildir. Kilise doğanın eşsiz bir hediyesidir bu eflatun örtü, baharın müjdecisi.

29 Ocak 2010 Cuma

SÜRMENE SANDALI


Sürmene yöresine ait bir balıkçı teknesi... Kırlangıç adını verdim ben. Bir kırlangıç gibi narin, Karadeniz'in soğuk sularında yelken açarken.


Eşime "kırlangıç" diye hitap ederim bazen. Akrep burcu ne de olsa. Bir kere kondumuydu yere bi daha uçmak için ne kadar zorlandığını bilirsiniz kırlangıçların. Sırf bu yüzden değil eşime böyle seslenişim. Asıl neden kırlangıçların doğanın en güzel kuşlarından biri oluşu ve bahar müjdecisi oluşları, tıpkı eşimin bana ifade ettiği anlam gibi.


Sürmene sandalı da Karadeniz'in hırçın sularında bir kırlangıç kadar çaresizdir belki de usta bir denizci sandalı eline alıp havalandırmadan önce.


Modelin kit ve planları yine Gürcan Güldüler ustadan. http://www.gemimodel.org/ u hatırladınız mı?
Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. Size gelen paketin içinden çıkıcağını sanmayı bu teknenin. Sıkı durun, onlarca incecik çıtayı eğip büküp yapıştırmak zorundasınız. Tabi sonra zımpara, yine zımpara ve sonra yine zımpara. Boyamayı unutmayın sakın.

FETHİYE SANDALI


Fethiye yöresinde kullanılan bir sandal tipi. "Deniz 1" adını taşıyor benim yaptığım model, oğlumun adını.
Bir yana dönsen Ege, öte yana dönsen Akdeniz, kapatsan gözlerini her yanın Deniz.


Gemi modelciliğiyle uğraşıyorsanız, bu işi sadece kendi çabanızla hiç kimseden görmeden öğrenmişseniz, üstüne bir de Kilis'te yaşıyorsanız işiniz çok zor demektir. Ama pes etmemek gerek. Öyle değil mi?


Bu sandalın malzeme ve planlarını bulmam o kadar kolay olmadı tabi. Ama sadece benim blogumdan görerek merak ettiyseniz nereden bulduğumu www.gemimodel.org adlı siteyi ziyaret etmelisiniz.

BLACK PRINCE (1775)


4 temmuz 1776 da başlayan Amerikan Bağımsızlık savaşı ve Benjamin Franklin'in diplomatik dehası... Bağımsızlık Bildirgesi'ni yayımlayan Fraklin bunun hemen ardından destek bulmak amacıyla Fransa'ya elçi olarak atanır. Ve gemi simsarlarından donanmada görevlendirmek üzere Iskuna tipi (schoonner) özel gemiler satın alır.

Amerikan Bağımsızlık Savaşları sırasında özel gemiler, muhalefet güçleri tarafından İngiliz ticaretine sekte vurmak ve İngiliz gemilerini elegeçirmek amacıyla görevlendirilir. Bu özel gemilerden biri olan Black Prince sınıfı korsan gemileri gece görünmemeleri için siyaha boyanmıştır ve mürettebatı da Portekizli gemicilerden oluşmaktadır. Black Prince ler amaçlarına ulaşarak İngiliz kıyı kesiminde İngiliz ticaretini sekteye uğrattılar ve neredeyse bir yıl içerisinde 1500 ticaret gemisi ve 12000 mürettebatını ele geçirerek İngiltere'nin diğer ülkelerle olan ticaretini mahvederek tarihteki yerlerini aldılar...


Tüm bunları modeli tamamladıktan sonra öğrendim aslında. Meraklılarına, model kiti Mamoli marka ve profesyonel seri.

HERŞEY ÇAM KABUĞUNDAN BİR KAYIKLA BAŞLADI

Huzur verici bir uğultuydu rüzgarın çam ağaçlarının iğne yaprakları arasından geçerken çıkardığı ses. Küçücük bir çocuktum daha. Okula bile başlamamıştım sanırım. Dedem bir çam kabuğuna çakıyla şekil vermeye çalışıyor ben de büyük bir merakla izliyordum. Biraz sonra küçük bir kayık çıkıverdi çam kabuğunun içinden. Gülümseyerek bana uzattı. Doğrulduk oturduğumuz yerden, küçük bir yokuştan inip cılız bir dereye vardık. Suya indirdik kayığı. Çok güzel yüzüyordu. Annemin kızmasına rağmen, bir sürü çam kabuğunu eve getirmiştim o gün büyük bir hevesle. Aletler elimi acıtıyordu bazen ama öğreniyordum kendi başıma kabuğa şekil vermeyi. Önceleri ecüş bücüş derken sonraları tabanını kırmadan oymayı becerebilmeye başladım kabukları. Bir sürü küçük kayığım olmuştu.
O gün başladı benim model ve maketlere karşı olan ilgim. Annem de babam da yetenekli insanlardı. Biraz oradan biraz buradan derken şimdilere geldim işte... Artık çocukken hayranlıkla baktığım ansiklopedi sayfaları arasında tüm haşmetiyle duran yelkenlilerin resimlerini, her deniz manzarası resmi yapışımda çizmeyi ihmal etmediğim uzaklarda demirlemiş balıkçı teknelerini hayal etmekle kalmıyor, uzun uğraşlar sonunda yapabiliyorum. Belki de en güzeli dedemin ilk kabuğu oyuşunu izlemekti diye geçiriyorum içimden...

KİLİS'İN ESKİ KAYMAKAM EVİ

Tarih 28 Ekim 1918, 1.Dünya Savaşı henüz bitmiş. Mondros Mütarekesi imzalanmak üzere. Mustafa Kemal Paşa kurulacak bir savunma hattının planlarını yapmaktadır ve bu nedenle Kilis'e gelir. Atatürk'ün Kilis'e geceleyip gecelemediği yazılı kaynaklardan anlaşılamıyor. Ancak halkın arasında hep Atarürk'ün Kilis'e geldiğinde Eski Kaymakam Evinde kaldığı söylenir. Kilis Kuva-i Milliye Komutanı Polat Paşa da anılarında Atatürk'ün Kilis'te gecelediğinden bahseder.
Bu model-rölyef çalışmamda bu binayı seçmiş olmamın bir kaç nedeni var. Hem Atarük'ün Kilis'e geldiğinde kaldığı ev olması hem de binanın ilginç mimari yapısı bu seçimimde etken. Model-rölyefin yapımı tam iki ay sürdü. Tabi yine onlarca fotoğraftan ve aldığım bazı danışmanlıkların ardından.
Binanın şu anki hali maalesef içler acısı. Korunmasız ve kaderine terkedilmiş durumda. O kadar ki çalışmamı görenler binanın o bina olduğunu kavramakta güçlük çekiyor öncelikle. Kimbilir belki bir kaç on yıl sonra bina yok olduğunda bu rölyef daha da anlam kazanacak ve beni de Tıpkı Picasso ya da Van Gogh gibi ölümünden sonra eserlerinin değeri anlaşılan sanatçılar arasına sokacaktır...

HAYATA AÇILAN KAPILAR



Güneyanadolu mimarisi hep ilgimi çekmiştir. Batıdan doğuya hangi kente giderseniz gidin taş işçiliğinin zirveye çıktığı binalarla karşılaşırsınız. Binaların kapıları, o bina ve sakinleri hakkında bir izlenim edinme şansı verir insana. Bu yüzden hep bakarım kapılara dikkatlice.


Çok ilgimi çekmişti bu kapı. Onlarca fotoğrafını çekip bir aydan fazla süren bir çalışmanın sonucunda modelini yaptım rölyef tarzında.
Kapıyı aralayıp içeriyi görme şansınız yok belki ama en azından gözlerinizi kapayıp hayal edebilirsiniz. Ortasında küçük bir havuzuyla evin bahçesi karşılayacaktır sizi. Hemen karşıda beş altı basamakla çıkılan giriş ve birbiri içinden geçilerek girilen yaklaşık 5 -6 odanın iki katlı taş duvarları dikilir önünüze. Taş duvarların arasından yıllanmış yosunlar fışkırır, duvara yaşam veren. İllaki bir ekinlik hayal edin. Asmaları, eski teneke kaplardaki çeşit çeşit bitkileriyle. Ve bir kuş kondurun havuzun kuşlara ait olan bölümüne. Cıvıltılarını dinleyin. Sessizlik ve derin bir huzurun hakim olduğu mağrur bir tanığı görmüş olursunuz emin olun.

28 Ocak 2010 Perşembe

NİNEMGİLİN EVİ


70 lerin sonuna doğru bacak kadar çocuktum daha. Annem öğretmendi. İki yaş küçüğüm Orhan'la beni yıllar sonra resimdeki maketini yapacağım ninemlerin evine bırakırdı her sabah, işe gitmeden önce. Sabah ayazlarında düşerdik yola, o zamanlar ben 4-5, Orhan 2-3 yaşlarında. Ninemlerin evi yakındı. Sabah Pazarı'na giden bir kaç yüz metrelik yolun ardından Muallak Camii'ne ulaşmadan hemen önce sağdaki ilk sokağa dönünce çocukluğumun ilk yıllarının geçtiği evin sokağına ulaşmış olurduk. İstiklal Savaşı'nın ardından Türkiye'nin bir çok şehrinde olduğu gibi Kilis'teki Yahudi ve Hristiyan halkları da göç edip gitmişler. Yahudilerin terkedilmiş bir havrası vardı bu evin karşısında. Annem ninemlere ulaşır ulaşmaz alyansıyla kapıyı çınlatır ve her gün yaşadığımız trajedi başlardı. İstemezdik ayrılmayı ve başlardık ağlamaya. Anneden ayrılmak akşam tekrar döneceğini bilsen de zor. Hiç bir sabah düşünmedik zaten bunu, evet akşam gelip alacak annem bizi ama bu değil ki sorun. Zorla annemin paçalarından çekip alırdı ninem bizi. Teyzemle beraber biz avunana kadar da başımızdan ayrılmazdı, ikisinin de çok derin izleri vardır hala üzerimde.
Bu ev işte, büyülüydü sanki. Tipik bir Kilis evi. 3 Tağa, bir kapı. Altında mağarası ve matmağı, matmağın hemen arkasında hamamı ve odanın içinden iki basamakla çıkılan çıkması. Küçük bir ev ama tam 8 kişi yaşamış o evde, dedem, ninem ve 6 çocuk. 4-5 yaşında bir çocuğun gözüyle bakılırsa masalsı. Yağmurların ardından serçelerin su birikintilerinde banyo yaptığı havuş bizim de oyun alanımız tabi sokağa çıkmadığımız zamanlarda. Tağaların hepsinde çeşit çeşit çiçekler ve en çok sevdiğim, duvara en yakın tağadaki zambaklar. Kış bahara dönerken yağdı yağacak gök gri tonlarıyla hüzünlü bir bekleyişin kubbesi. Yağmurun ardından kuş tağalarından henüz çıkmış serçeler havışta cilveleşirken, sobanın üstündeki portakal kabuklarının kokusu yayılır odaya ben zambaklı tağada annemin gelişini beklerim. Sarkaçlı saatin tik takları ve bir kaç serçenin çapkın ötüşleri. Orhan divanda uyumuş. Ninem namaz kılıyor...
Veeeeee yıllar geçiyor. Önce dedem, ardından ninem ardından matem. Ev satılıyor adını bile bilmediğim birine. Onca hatıraya mekan olmuş taştan bir canlı. Ne havışında oyun oynayabiliriz artık ne de çıkıp dama Orhan'la hemen karşıdaki havrayı seyredebiliriz. Ayrıntılı bir fotoğrafı da yok, yazılı bir anlatımı da. Çocukluğumun masalsı evi sadece hafızamda kazılı derin izleriyle. Bu maketin ardından su serpiliyor yüreğime...

25 Ocak 2010 Pazartesi

KENDİMDEN

Disiplin, istikrar ve ben... Asla bir araya gelemeyeceğiz. Günlük tutamadım hiç bir zaman. Tutmam gerekir miydi? Pek emin değilim. Tutmadım da noldu? Tutsam ne değişirdi? Hoş olurdu, kim bilir! İnsan, düşünceleri ya da yaşadıklarıyla ilgili kısa bir süre önce yazdığı kısacık paragrafları bile okuduğunda, antik bir keşif yapmış gibi hissediyor kendini. Belki de sadece ben böyle hissediyorumdur. Blog bana göre bir şey mi? Hiç fikrim yok. Yarım kalan işler müzeme yeni bir parça daha ekliyor olabilirim. "Serbest Çağrışım" başlığını bu yüzden seçti bilinçaltım sanırım. Baskı oluşturmuyor üstümde. Evet, serbest çağrışım tam bana göre. Üstelik işleri yıkacak bir bilinçaltım da var. Biliçdışı olduğunu bildiğim halde kelimenin aslının, bilinçaltı demek çok hoşuma gider. Daha derin, daha gizemli bir kavram bilinçaltı.
Bu blog belki de bilinçaltımla yapacağım bir seri röportajı içerebilir. Şimdiden herkese, başta da kendime sabır diliyorum...